Mübadelenin 100. yılında mübadil ailelerin göç hikâyeleri

0
46

Bu bir yolculuğun hikâyesi… Uzun, güç, yokluklarla, hastalıklarla dolu bu yolculukta acı var, ölüm var ve hep arkaya bakış var. Dört mübadil çocuğu ve mübadil torununun atalarından kalma göç öyküsü hüzünlü… Çünkü yarım kalmış herkesin hikâyesi birbirine benziyor. Özlem bitmiyor. Bıraktığı ağacına, bahçesindeki çiçeklere, yarım kalan kahvesine, toprağına özlem zaman geçtikçe daha da artıyor. Anneleri, babaları, nineleri, dedeleri doğduğu büyüdüğü toprakları anlatıyor çocuklarına ya da torunlarına. Birinci kuşak her şeye rağmen daha suskun, korkulu, ikinci kuşak bu korkunun içinde büyümüş, üçüncü kuşak araştırıyor köklerini, buluyor ve anlatıyor, yazıyor.

Bugün mübadelenin 100. yılında bizimle ailelerinin hikâyelerini paylaşan Aliye Yenici, Pavlos Papadopoulos, Aynur Tümbek ve Kostis Kalsifotinos ile sohbet ettik.

SELANİK’TEN İZMİR’E ZORLU YOLCULUK!

Annesi muhacir, Selanik’ten zorunlu göç ile gelmişler. Gözleri parlıyor; “Benim nenem Atatürk’ün komşusuymuş” diyor. Durumlar bozulunca gelmek zorunda kalmışlar. Babası ise Lozan mübadili, 1923’te 13 yaşındayken başlamış göç yolculuğu.

Aynur Tümbek ikinci kuşak mübadil. Birinci kuşak çoktan göçüp gitti. Gülcemal vapuruyla başlayan yeni bir hayata ilk adım. Tümbek, “Babam, babasını hiç hatırlamıyor. Bulgar çeteleri pusu kurup öldürmüşler. Türkler Yunandan çekmemiş Bulgarlardan çektiği kadar. Çiftlikleri basar yağmalar, kötülükler yapar insanları öldürürlermiş. Babamın annesi ise beş yaşındayken hastalanıp ölmüş. Küçük yaşta başlamış babamın yarım kalmışlığı. Neneleri, teyze, üç kadın ve bir dayıları en son başlarında büyük erkek olmadığı için köy imamıyla çıkıyorlar Gülcemal vapuruna binmek için yola. Vapur önce Urla’ya gidiyor. Urla’yı beğenmiyorlar. Babam anlatırdı: ‘Aynur, şöyle dutluktu, böyle kestane, ceviz ağaçları vardı, çiftliğimizden sular akardı…’ Ben gidip gördüm, sanayi şehri, Nausa, Türkçe adı ‘Ağustos’ derlermiş. Kuzey Selanik… Anlatırdı babacığım. Biz de masal gibi dinlerdik. Sonra son durak Karaburun’a geliyorlar. Yayla köyü, mera, otlak yüksekti. Orada hayvancılık var, hâlâ orada keçi kırma günleri olur, yaylayı vermişler. Tabii orası da Rumeli köyüymüş, şarapçılık, üzüm var. Bunlar Müslüman, şarapçılık falan bilmiyorlar. Bir müddet hayvan alıp sattılar, öyle geçinmeye çalıştılar. Fakat bir dört sene tahmin ediyorum orada kalmışlar. Benim babam memlekette sabahtan öğlene kadar Türk okulunda okumuş, öğleden sonra Rum okulunda okumuş. Çok güzel Rumca konuşurdu babam. Ben 100’e kadar İngilizce sayamam ama Rumca sayarım. Sonra büyük nenelerinin de kocası ölmüş, teyze genç kız, çocuk yok. Nene başlarında sonra nene de ölüyor, kalıyor iki kardeş. Diyorlar, ‘Biz burada yapamayacağız’. Babamın büyük teyzesi Fethiye teyze, Bornovaya gidelim, İzmir’e gidelim, oradan ev alalım çünkü Karaburun’da istikbal yok, o zamanın şartları tabii, şimdi turistik… Fakat şöyle bir kanun var, erkek çocuğu oradan çıkamaz, orada kök salması gerekiyormuş. Babamı kaçırmaları gerekiyor. O zaman karayolu yok, küçük motorlar var. Bindiriyorlar gemiye, oradaki askere, jandarmaya ‘Oğlum, bu çocuğun ne annesi var ne babası, hem öksüz hem yetim, bunu görme’ diyor. Asker, ‘Tamam teyze üzülme’ deyip kaputunu üstüne atıyor. Sonra Bornova’ya gelip orada bir hayat kuruyorlar” diyor.

“SEREZ OVASI, ALTIN YUVASI”

Mübadil kızı Aliye Yenici

Zorlu ve yeni bir hayat başlıyor diyor Yenici, “Vatan değiştirmek, yer yurt değiştirmek çok zor. Çileli bir hayat çekiyorlar orada ve geldikten sonra da. Tabii Cumhuriyetin ilk yılları biraz sancılı oluyor. Alışmak, yerleşmek, çocuk yetiştirmek ve derken babam ölüyor. Babam öldükten sonra, ben ilkokula daha yeni başlamıştım” diye anlatıyor.

2. kuşak Mübadil Zehra Kirişçiler

UNUTULMAYAN HİKÂYE

Uzun bir sessizlik oluyor, “İyi misiniz” diye soruyorum. Kolay değil geçmişe dönmek özlem var, hasret var, en sevdiklerimiz gitti mi? Dokunamamak, koklayamamak, duyamamak, görememek var. Bir şey hatırladığını anlıyorum söz sizde Aliye Hanım diyorum: “Dayımın yaşadığı bir olay geldi aklıma. Annemler dört kardeşmiş, iki abisi var. Bir de ablası! Benim büyük dayım bir gün alışverişe çıkıyor. Gidiyor bir bakkal dükkânına bir şeyler alırken iki asker yanına yaklaşıyorlar. Ama bunlar Bulgar askeri! O zamanlar Yunanistan’da, yani o bölgeye, bir Yunanlar, bir Bulgarlar hâkim olurmuş yaşantıya. Türkler azınlıkta! Bulgar askerleri bakıyor, dayımın ayağında çok güzel botlar var. O zaman potin derlerdi botlara… ‘Çıkar onları ver bize’ diyorlar. Dayım vermiyor ve onları yere seriyor. Koşarak eve geliyor ve saklayın beni diyor. Annemin anlattığına göre odalarının birinde bir gömme dolap varmış içine bardak ve fincanlarını koyarlarmış. Fakat bu küçük dolabın arkası küçük bir odaya açılıyormuş, gizli bir oda! İçinde bir kişinin sığacağı kadar. Hemen dayımı oraya saklıyorlar. Ve o gece bütün evler aranıyor, taranıyor, her taraf didik didik ediliyor. Bulgar çetecileri bulamıyorlar dayımı. Dayım bir kaç gün sonra çıkıyor meydana, bu hikâye ailemizde çok anlatılırdı.”

DİDİM’DEN GİRİT’E BİR SERÜVEN…

Kostis Kalsifotinos, “Ben Girit’te Agios Nikolaos’ta doğdum. Dedem Didim’deki eski adı Yeronda olan, Apollon Tapınağı’nın tam yanı başında iki katlı bir evde doğdu” diyor. Bu ev günümüzde hâlâ eski görüntüsüyle ayakta. Evi restore eden bir aile, orayı şimdilerde butik otel olarak kullanıyor. Hatta otelin sahibi Mustafa Şentürk alttaki ilk odayı da Türk-Yunan dostluk evi yapmış. Yıllar sonra atalarının yaşadığı evi görmek için Didim’e giden Kalsifotinos, dedesinin ve altı çocuğunun yer aldığı bir fotoğrafı hediye ediyor. Bugün o fotoğraf Türk-Yunan dostluk odasında duruyor çünkü fotoğraf vaktiyle o odada çekilmiş.

3. kuşak mübadil Kostis Kalsifotinos

Kalsifotinos’un ailesi, söylentilerden korkmuş ve bir tekneyle Santos Adası’na gitmiş fakat orada gördükleri manzara daha korkutucuymuş, ada tıklım tıklım ve salgın hastalıklar… Yine atladıkları bir tekneyle bu sefer de İos Adası’na gidiyorlar. Hastalıklar ve göç koşulları nideniyle nenesi İos Adası’nda ölüyor ve dedesi altı çocukla birlikte kalıyor.

Kalsifotinos, “O zamanın şartlarıyla, bu adalarda ekonomik durum feci, dedemin altı çocuğu varken geçinmesi mümkün değildi. Sonra başka bir adaya geçiyorlar ve kısa bir müddet de burada kalıyorlar. Burada Girit’e giden bir teknenin kaptanını buluyor, kaptan ona diyor ki ‘Bu ada küçük, sen Girit’e gel’. Girit gayet büyük bir ada olduğundan ekonomik durumu daha iyi, daha büyük fırsatlar var” diyor.

Kalsifotinos ailesinin yaşadığı ev bugün hâlâ ayakta…

Ve bunun üzerine Kalsifotinos ailesinin Girit yolculuğu başlıyor. Teknede çuvalların arasında dedesi, Girit Adası’nın Agios Nikolaos Limanı’na geliyor. Sonrası “Zorlu” diyor Kalsifotinos ve ekliyor: “Burada tanımadığı bir yere geldi, çok zorluklar çekmiş, o çocukların barınması, yemesi içmesi… Bir de bir kadının yapıp da erkeğin yapamadığı işler de var. Buraya geldiğinde buradaki halk ona yardımcı olmuş, acımışlar. O kadar çocuklu biri, önce küçük bir dükkân açtı, ondan sonra bir tane bakkal dükkânı açıyor. Ve kız kardeşlerin en büyüğü, büyük abla rolüne geçmiş ve biraz da eli tutuyormuş, onların elbiselerini dikmiş, işlerini yapmış. Sonra amcalarım, halalarım büyüyünce çalışmaya başlamış ve ekonomik durumları da yavaş yavaş düzelmiş.”

Bir akarsu gibi herkes giderken Kalsifotinos ailesinin kalması da olmazdı. Fakat dedesinin abisi yaşlı olduğundan “Ben böyle bir yolculuğa çıkarsam ölürüm” demiş ve o kalmış. Onun adı da Kostantinos’muş. Kostis Kalsifotinos, bir ailenin üçüncü çocuğu olunca, diğer dedenin adını koymuşlar. Dedesi geride kalan kardeşinin adının konmasını istemiş. Çünkü ağabeyinden bir daha haber alamamışlar.

ATATÜRK İLE TANIŞMA

Gözleri doluyor ama sohbet devam ediyor. Babasının hatırladıkça çok üzüldüğünü ama orada yaşamaya devam edemeyeceklerini de dile getirdiğini söylüyor. Tümbek, “Orada yaşamaları çok zordu, rahat vermiyorlardı. Çünkü yaşam şartları bozulmuştu. O mübadele, Lozan olması gerekiyordu. Çok büyük bir Atatürk sevgisi vardı babamın. Hatta Atatürk’ü Bornova’da tanıma imkânı olmuş. Askerlik yapıyormuş, aynı zamanda oranın kantinini işletiyormuş, çok iyi yemek yaparmış babam. Atatürk yanında kalabalık ile gelmiş. Demiş ki ‘Ne emredersiz paşam?’, Atatürk demiş ki ‘Kuru fasulye, evladım’. Bunu defalarca anlatır, anlatırken de gözleri parlardı. Babamdan mutlu yoktu o an” diyor.

2. kuşak mübadil Nurdan Tümbek

PİRE LİMANI!

Pavlos Papadopoulos, dedesinin adını taşıyor. Dedesinin takma adı ise “Deli Pavlos”muş. Girit’te yaşayan Papadopoulos, gazeteci ve tiyatro oyuncusu. Annesi tarafından üçüncü kuşak mübadil olan Papadopoulos’un ailesi Gümüşhane’den Pire’ye sonra ise Kuzey Yunanistan’a göçmüş.

3. kuşak mübadil Pavlos Papadopoulos bir piyeste.

Papadopoulos’a göç yolculuğunu soruyorum, buruk bir heyecanla anlatıyor: “Ailem Gümüşhane’den Karadeniz sahiline iniyor. Orada gemiler varmış, onlara binmişler ama para yok. Onlar da para olmayınca nişan yüzüklerini para yerine vermiş. Bir de gemide tatsız bir olay yaşanmış. Dört kardeşi vardı annemin, biri yolculukta hastalanıyor ve mecburen onu denize atıyorlar. Bu acı olay hiç unutulmadı bizim evde. Her zaman anlatılır, hüzünlenirdik… Sonra ortam karışık, zor şartlar altında Pire Limanı’na varmışlar. Benim dedemin kardeşleri pek serüven sevmezdi. Onun için Pire’ye yerleşmişler. Ama dedem daha kuzeye doğru Yunanistan’ın Makedonya kısmına gidiyor. Edessa, eski adı Vodina olan şehre yerleşmişler. 24 dönümlük bir arazi veriyorlar. Ondan sonra tarımla uğraşıyor, küçük bir otel işletiyor, hayatı böyle devam ediyor” diyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz